Winston Churchill
İnsanlık tarihinin bildiğimiz başlangıcından bu yana Anadolu´da pek çok önemli yerleşim yeri, krallık, imparatorluk ve devletler kuruldu ve yıkıldı. Fakat Anadolu´da yaşayan halklar asla tümüyle yok olmadılar, çok kültürlü, sürekli gelişen uygarlıklar potasında eriyip kaynaştılar ve günümüze kadar geldiler. Böylesi kaynaşmış ve kozmopolit bir coğrafyada elbette bu halkların ari olarak kalması çok çok zordur. Fakat bu halkların mirasçısı olan akrabaları bugün içimizde yaşamaktadır. Kim bilir her gün gördüğümüz insanlardan biri ya da yazdığım bu satırları okuyan siz de o kadim mirası genlerinde taşıyanlardan birisinizdir.
İlginç bir örnekle konuya devam etmek istiyorum. Burdur ilinin 7 km kuzey doğusunda bulunan Ağlasun ilçesinde, Batı Torosların bir parçası olan Ağlasun Dağı´nın güney eteklerinde 1450-1700 yükseklikte bulunan SAGALASSOS antik kentinde 1990 yılında Belçika´daki Leuven Üniversitesi Mofo Weelkens başkanlığında kazılara başladı. Sagalassos antik kenti Pisidia bölgesinin en önemli kentlerinden biridir. 1999 yılında burada yapılan kazılarda bulunan iskeletlerden alınan DNA örnekleri ile orada çalışan yerel halktan olan insanlardan alınan DNA örnekleri karşılaştırılmış ve çıkan sonuçlar birbiriyle büyük ölçüde benzer çıkmıştır. Antik Sagallosos kentinde yaşayan insanlarla 1999 yılında yaşayan insanlar akrabadır ya da aralarında bir kan bağı vardır diyebiliriz.
? Beni bulamazsan üzülme
Eşyalarımı bulacaksın
Kestiğim taşları, açtığım yolları
İşlediğim heykelleri bulacaksın,
Ve göreceksin ki binlerce yıl öteden,
Parmak izlerimiz değecek birbirine.?
Yukarıdaki şiir ne kadar güzel anlatıyor geçmişten bize bırakılan mirasın ne kadar önemli olduğunu? Sanki ben yolları, heykelleri, tiyatroları ve binaları yaptım onları size emanet ediyorum onları iyi koruyun der gibi haykırıyor. Sarsılıyorum bu şiiri okuyunca, biz bu emanete ne kadar sahip çıkabildik ne kadar koruyabildik bizlere kalan mirası? Mesleğim gereği belki de en çok kendimi suçluyorum, haklısın koruyamadık, koruyamıyoruz, özür dileriz. Bir çoğumuz zaman zaman antik kentleri gezme fırsatı buluyoruz ve o kentleri gezerken gördüklerimize taş olarak bakıyoruz. Gezerken acaba düşünüyor muyuz buralarda 2000 yıl önce yaşayanlar nasıl bir yaşam sürüyordu? Eğitim, günlük yaşam nasıldı? Ne yiyor ne içiyorlardı? Kaçımız bunları düşündü? Bu yaz Batı Anadolu´nun bazı antik kentlerine gitme fırsatım oldu; kazıyı yapan arkadaşlar kendi çabalarıyla bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Bu durum, ülkemizde kazı yapılan kentlerin hepsinde aynı sorunlar yaşanıyor. Sponsor, maddi destek bulmak çok zor. Aslında ülkemizdeki büyük kuruluşlar bu kazılara destek verseler kazılar daha hızlanacak ve yılın tüm zamanını kullanarak kazı yapacaklar. Arkeoloji öğrencileri de daha çok pratik yapma şansı yakalayacaklar. Arkeoloji, Sanat tarihi ve Antropoloji soyut bilimler olarak kafalara yerleşmiş ve insanların anlamaması için her şey yapılmış. Aslında bu konuda bilimsellikten çok halkın anlayabileceği yayınlar yapılırsa, belgeseller ve dizi filmler çekilip yayınlanırsa hem bu eserlerin önemini daha geniş kitlelere ulaştırmış hem de korunma algısını daha da genişletmiş oluruz. Öğrencilik yıllarımız da PATARA´da çekilen ve Tarık Akan´la Ayşegül Aldinç´in oynadığı ?TAŞLARIN SIRRI? belgeseli ya da Manisa Müzesin´de çalıştığım yıllarda çekilen yine Tarık Akan´ın seslendirmesini yaptığı ?ANTİKA TALANI? gibi diziler ve belgeseller aklıma gelen örneklerdir bu konuda.
Anadolu halklarının bıraktığı mermer yontuların, tiyatroların, binaların ve tapınakların bize ?yabancı? gibi görünmesinin temelinde neler yatmaktadır? Tarihimizi binlerce yıllık Anadolu´da yaşamış halkların geçmişinden koparıp 1071´den başlatarak tarih bilincimizi sınırlayan şey neydi? Bunları sorgulama vakti gelmedi mi? Orta Asya´dan çekik gözlü gelen atalarımızın Anadolu halklarıyla kaynaşması sonucu bu günkü senteze ulaştığımızı kim yadsıyabilir! Biz eğer geçmişimizle barışmazsak gelecekte hiçbir şey arayamayız, arasak ta bulamayız. Çünkü geçmişi iyi bilmiyoruz ki gelecekte ne aradığımızı bilelim. Kısa bir anımı yazarak Anadolu´yu adım adım gezelim bakalım. Anadolu dediğimiz kadim topraklar bize neler sunmuş, bizler neler yapmışız. Öğrenci olduğumuz yıllarda (burada rahmetle anacağım) çok değerli hocamız Prof.Dr. ZAFER BAYBURTLUOĞLU ve arkadaşlarla Sivas Divriği´ye gezi düzenlemiştik. Orada belki de dünyanın en önemli eserlerinden birini görme fırsatını buldum. Anlatmaya çalıştığım eser DİVRİĞİ ULU CAMİ VE DARÜŞŞİFASI. Muhteşem bir eser ve biz bu esri ne kadar dünyaya tanıtabiliyoruz, kaçımız bu eseri görmek için Divriği´ye gitti? Şunu anlatmaya çalışıyorum ister antik bir kent ister Selçuklu dönemi yapısı ister Osmanlı´dan kalan mimari bir yapı olsun, hepsinde de aynı sorunlarla karşılaşıyoruz. Tanıtamıyoruz, koruyamıyoruz.
İsterseniz Anadolu´yu gezmeye büyük üstad Homeros´la başlayalım. İzmirli olan Homeros´u biz ne kadar tanıyoruz? Belki de ilgili olanlar Troya savaşının anlatıldığı İlyada destanı ile tanıdı onu. Homer´su biz hiç İzmir´li olarak Anadolu´lu olarak görmedik. İsmi bizim isimlerimize benzemediği için kabullenemedik. Oysa o da bizim gibi bu topraklarda doğmuş, büyümüş büyük bir ozandı. O dönem Anadolu´da hâkim kültür Yunan ve Roma´ydı. Bununla birlikte dil de hâkim kültürün etkisinde kalıp Yunanca ve Latince idi. Şu unutulmamalıdır ki Hititler´den öncede bu topraklarda yaşayan yerli halklar vardı ?LUVİLER?. Şimdi bu yerli halkı bütünüyle yok edip Anadolu´nun tümüne nasıl Yunan veya Romalı diyebiliriz? Homeros batının bütün tarih kitaplarında var da bizim tarih kitaplarımız da neden yok? Neden çocuklarımıza Homeros´u öğretmiyoruz? Vereceğim iki örnekle belki sizler de Homeros´a farklı bakabilirsiniz. FATİH SULTAN MEHMET İstanbul´u aldıktan sonra Troya´yı ziyaret etmiş, Hektor´un öcünü aldım demiş ve Hektor onuruna kurban kesmiştir. FATİH SULTAN MEHMET Homeros´u iyi biliyordu. MUSTAFA KEMAL ATATÜRK Çanakkale savaşları sırasında Alman komutan Limon Von Sanders ile İngilizler´in nereye çıkarma yapacaklarını tartışırken şunları söylemiştir: Akalar Ege denizinde Çanakkale boğazına girişte en uygun yer Karanlık koyu olduğu için yine orayı deneyecekler ve buraya çıkarma yapacaklar ya da oradan boğaza girmeye çalışacaklar demiştir. Tartışmalar olmuş, kabul ettirememiş bu düşüncesini. Gece Nusret mayın gemisi komutanı Hakkı Beye Karanlık koyuna mayın döşetmiş ve buradan boğaza girmeye çalışan güçlü donanmanın gemileri mayınlara çarparak boğazın sularına gömülmüştür. Çanakkale savaşı bittikten sonra ATATÜRK de Troya´yı ziyaret etmiş ve Hektor´un öcünü aldım demiştir. Eğer FATİH Homeros´u okumasaydı İstanbul´u aldıktan sonra Troya´ya gider Hektor´un öcünü aldık der miydi? ATATÜRK Homeros´u okumamış olsaydı 3000 yıl önce Akalar´ın nerden çıkarma yaptıklarını nereden bilebilirdi, savaşın kaderini değiştiren o kararını nasıl verebilirdi.
Anadolu´nun yetiştirdiği en büyük hekimi tanımak istermisiniz? Bergamalı Galen (Galenos) den söz ediyorum. Bu ismi belki de duymayanız çoktur. Antik çağın en büyük sağlıkçısı Galen. MS 130 yılında Bergama´da doğar. Tıpta birçok buluşun sahibi ve eczacılığın atasıdır. Roma İmparatoru Marcus Aeurelius kendisini ?Hekimlerin İmparatoru? olarak onurlandırmıştır. 81 Yaşında Bergama´da öldüğünde tıp ve eczacılığa ait birçok buluş ve tedavi yöntemi bırakmıştır. Bu kadar ünlü bir hekimin Bergama´dan çıkması normaldir. Tarihi boyunca birçok ilklere imza atmış kentlerden biridir Pergamon. Bergama tıbbın, eczacılığın ve hekimliğin beşiğidir. Bergama´da tıp bilimine temel oluşturan iyileştirme yöntemleri ve keşifleri şunlardır: Pisikoterapi (Telkinle terapi), Fizyoterapi (Fizikle tedavi) Helioterapi (Güneşle tedavi), Teatroterapi (tiyatro ile tedavi), Musicoterapi (Müzikle tedavi), Terroterapi (Çamurla tedavi), Hidroterapi (Suyla tedavi), Klimoterapi (Sıcak-Soğukla tadavi), Jimnoterapi (Sporla tedavi), Biblioterapi (Okuma ile tedavi), Teoterapi (İnançla terapi), Antidoterapi Panzehirle tedavi), Aroma terapi (Meyve ve bitki kremleriyle tedavi), Fitoterapi ( Bitki ve otlarla tedavi), Hipnoterapi (Uyutmayla tedavi), İncibatioterapi (Rüya ile tedavi), Apiterapi (Arı ve ürünleriyle tedavi), Thalassoterapi (Deniz suyunu ısıtarak terapi), Hirudoterapi (Sülükle telapi). Galenos toplardamar ve atardamar arasındaki farkı kavramış, kalbin anatomisini ve damar sistemini keşfetmişti. Galenos ?un adı dolaşım sistemi ile ilgisinden dolayı, beyin lobları arsında arka tarafta yer alan bir toplardamara verilmiştir. Bu damarın adı ?Vein of Galen? (Galen Damarı) olarak bilinmektedir. Nabız sayısının sağlığın ölçütü olduğunu keşfeden de odur. Bergama´da Hekim Tanrı Asklepios?a adanmış bir sağlık merkezi olan Asklepion bulunur. Asklepios; tıp tanrısı, hekimler tanrısı ve sağlık tanrısıdır. Yunan mitolojisinde Apollon!un oğlu olarak geçer. Asklepios´un asa ile temsil edilmesi, hekimliğin kısa sürede öğrenilmediğini, ihtiyarlayıp asaya dayanıncaya kadar hekimin öğrenmeye ve tecrübe kazanmaya gereksinim duyduğunu belirtmek içindir. Asklepiostan sonra yerine sağlık ve temizlik tanrıçası ?Hygieia? geçer. Bugün pek bilinmese de sağlık ve temizlik anlamında kullandığımız ?Hijyen? kelimesi ondan gelir. Burada Galen?le ilgili bir hikayeyi anlatmadan geçmeyeceğim. Bergama Asklepiosun´da üzerinde aynı tastan süt içen iki yılan kabartması olan bir mermer kaide bulunur. Rivayet odur ki; Hekimler imparatoru Galen, iyileşemeyeceği görüşüyle Asklepion´a kabul etmediği hastanın ailesine haber gönderir ve gelip almalarını söyler. Adamcağız bir çam ağacının altında beklerken, yanındaki süt kasesine iki yılanın zehirini boşalttığını görür ve intihar etmek amacıyla sütü içer. Oğulları geldiğinde onun öldüğünü sanırlar, ancak ölmeyip bayılmıştır. Uyandığında iyileşmeye başladığını fark eder. Galen´e iyileşen hastayı yeniden gösterdiklerinde yılan zehiri´nin aynı zamanda şifa verici bir panzehir olduğunu anlar. Bundan sonra Asklepion´un sembolü Hekim Tanrı Asklepios´un asasına sarılmış iki yılanın asanın tepesindeki kâseden süt içmesi figürü olacaktır. Sonrasında bu sembol tıbbın ve eczacılığın da simgesi olmuştur. Günümüzdeki modern tıp sembolündeki tek fark asanın üzerinde Hermes´in bir çift kanadının olmasıdır. Galen vücudun doğal bir ısıya sahip olduğunu, ölünce bu ısının kaybolduğunu söylemiştir. Galen´in kastettiği şey oksijendi ve o gün adını koyamamış ve 17 yy´a kadar bilinmeyecekti. Ses telleri siniri olan ?nervus rekurriens in ferioronun? onun tarafından bulunmuştur. Bu buluşundan dolayı ses teli sinirleri arsındaki örümcek gibi dallara ?Galen Halkası ? adı verilmiştir. Bunca anlatıdan sonra o soruyu sorma zamanım geldi. Bergama ve Galeneos Avrupa´ da ya da Amerika ?da olsaydı marka değeri olarak neler yaparlardı?
Şimdi de yakın komşumuz Sardes´li (SALİHLİ) bir masalcıyı anlatmak isterim. Hepimizin yakından tanıdığı Ezop (Aisopos) tabiki anlatmaya çalışacağım kişi. İnsan tarih içinde bir parçası olduğu doğadan uzaklaştıkça, anlattığı, yazdığı hikâye ya da masallarla doğa ile olan bağını korumak istemiştir. Birçok kavmin sembolü aslan, kurt geyik ve at gibi hayvanlar olmuştur. Yahut eski Mısır´da olduğu gibi onu tanrısallaştırmıştır. Dilinden anlamadığımız hayvanları masallar vasıtası ile konuşturmuş ve hiciv yoluyla ahlaki dersler verdirmiş. Bu türde masalcıların piri Ezop, Anadolu´lu olduğu halde Batı mizahına kaynaklık etmiştir. Gelin büyük usta Ezop´u biraz yakından tanıyalım. Ezop Amorium kentinde (Afyonkarahisar ilinin Emirdağ İlçesi yakınları) MÖ. 6yy.da doğmuştur. Sisam (Samos) adasında köle olmuş ve hayvanlarla ilgili anlattığı hikayelerle ünlenmiştir. Ünü o kadar büyümüş ki Lidya Kralı Krezüs (Kroisos ya da Karun) onu Sardes´e davet emiş ve uzun yıllar burada yaşamıştır. Burada da şehir şehir dolaşıp fıkralarını anlatmıştır. Bir ara Yunanistan´da Apollon´un kehanet merkezi olan Delphi şehrine gider. Buradaki Apollon tapınağı rahiplerinin hile ve açgözlülüğüne kızarak onları hicvettiği sert eleştirilerle dolu fabllar anlatır. Bu onun için sonun başlangıcı olacaktır. Nitekim Delphi Yunanlılar için çok önemli bir dini merkezdi. Halböyleyken tapınak rahiplerinin toplum içindeki etkinliği ve gücü büyüktü. Düşmanlıklarını kazanan Ezop?un tapınağa ait bir altın kadehini çaldığını iddia ettiler. Hiç kimsenin savunmaya cesaret edemediği Ezop kayalardan atılmak suretiyle ölüme mahkûm oldu. Ezop masalları ilk kez MÖ.300 yılında Demetrios Phalereus tarafından ikinci kez ise Babrios tarafında MS.100 yılında 10 cilt olarak yazılmıştır. Ezop masallarında hayvanlardan oluşan bir dünya yaratmış ve bununla içinde yaşadığı dönemin insanlarını gündelik yaşamlarındaki iktidar kavgalarını, hileler, inat, kıskançlık, acımasızlık, tuzak kurma çabalarını güçsüzü ezme, haksızlık, yanlış yönetim şekli gibi yönlerini eleştirmiştir. Hayvanlar arasındaki ilişkilerden insanlara ders verici anlamlar çıkarılan bu masallar, günümüzde çocuklar için görülse de Antik Yunan ve Roma dönemlerinde yüzlerce yıl devrin önemli politik ve felsefi konuşmalarında anlatılırdı.
Anadolu´da yaptığımız kısa gezimizi antik kentlerin en önemli bölümü tiyatrolara değinerek bitirelim. Tiyatrolar antik dönem Batı Anadolu aydınlanmasının en önemli parçalarından biri, belki de en önemlisidir. Antik kentleri gezerken, burada kendisini saygıyla andığım bir arkadaşım hep bana derdi; Öner bana tiyatroları anlatsana? Ben de mimarisinden, ses akustiğinin nasıl sağlandığına kadar bütün detaylarını anlatmaya çalışırdım. Tlos (Fethiye yakınlarında bulunup Likya´nın en önemli kentlerinden biridir) antik kentini gezerken tiyatroya zaman kalmamıştı, kızmıştı bana kentin en önemli yerini anlatmadın diye. Yine böyle bir gezide okullar neden bahar aylarında antik tiyatrolarda oyunlar sahnelemez demişti. Haklıydı, hangi okulumuz bunu yapıyor? Ama tarihi eserlerimizi öcü gibi halktan kaçırıyoruz. İnsanlar dokunmalı bunlara, hissetmeli, yaşamalı anacak o zaman koruma kültürümüz daha çok gelişir ve bu eserlerin ne kadar önemli olduğu anlaşılır. Bergama örneğiyle yazıma son vermek istiyorum. Belki bir gün Bergama Antik Tiyatrosun´da bir tiyatro sergilenir ve davet edilirsek biz de o günleri tekrar yaşamak amacı ile gider ve o muhteşem gösteriyi izleriz.
KAYNAKÇA
1-Anadolu´nun Sırları-KERİM KUVVETLİ ÖNER KAYA
2-Anadolu´nun Gözyaşları ?YAŞAR YILMAZ