Yazacağım yazıyı üç bölüme ayırmak istedim .İlk bölümde kültür varlığının tanımı , topluma kazandırılması ve gelecek kuşaklara aktarılması; ikinci bölümde ise Anadolu´nun kültürel ve tarihsel değerlerinin anlatılması; son bölümde ise Anadolu´dan yurt dışına kaçırılmış olan tarihi eserlerin nasıl kaçırıldığı konusunda bilgi vermeye çalışacağım.
Tarih ve arkeoloji konusunda yazı yazmak zordur .Yazacağınız konu Anadolu ise bu daha da zorlaşır. Sayfalarca kitap, makale ve farklı kaynakları taramanız gerekir. Anadolu tarihi o kadar derinlere gider ki siz de okumaya veya yazmaya başlayınca onunla birlikte derinlere inmeye belki de insanlığın varoluşuna kadar gidecek bir yolculuğa çıkmanız gerekebilir.
Binlerce yıl önce insanların yaşam biçimlerindeki değişimler, ilk insan toplulukları, ilk büyük insan toplulukları, antik dünyada ilk kentlerin kuruluş, ilk tarım faaliyetler, ilk inşa edilen tapınaklar ve dinlerin ortaya çıkışı, mitler ve efsanelerin doğuşu, ilk edebi yazarlar ve tarihçiler, ilk mega yapılar, toplum hayatına ve teolojiye etki eden kanun yapıcı filozoflar, doğa bilginlerinin coğrafi astrolojik ve biyolojik keşifleri, ilk büyük kütüphaneler, anatomi ve sağlık alanında yapılan keşifler, ilk eğitim kurumları ve burada yetişen bilginler, tarihin akışını değiştiren savaşlar, antlaşmalar ve göçler ? Anadolu toprakları tüm bunlara tanıklık etmiş ve ev sahipliği yapmış olmasından ötürü belki de dünya tarihinde en çok araştırma ve incelemeye değer bulunan yerdir.
İşte asıl sorun burada başlıyor. Biz Anadolu´nun kültürel ve tarihi değerlerine ne kadar sahip çıktık? Bu değerleri ne kadar koruyabildik? Diğer ülkelerde olduğu gibi kültür varlığının sorumluluğu anayasa gereği devlete bırakılmıştır. Kültür varlığı özel ya da tüzel kişilerde de olsa onların bu topraklar için taşıdığı anlam ve öneminin ortaya çıkarılması, korunması bu sorumluluğunun esasını oluşturmaktadır. Kültür varlığı tanımı zamanla değişebilir bir kavramdır. 40 -50 yıl öncesine kadar kültür varlığı olarak tanımlanmayan pek çok şey günümüzde kültür varlığı olarak tanımlanmaktadır. Geçmiş yıllarda kazılarda ortaya çıkan kömür parçası, tahıl taneleri ve toprak örnekleri günümüzde önemli veriler olarak kabul edilip araştırma konusu olmaktadır. Önceki yıllarda yapılan kazılarda ortaya çıkarılan ya da toprak yüzeyinde tahrip olmadan bulunan eserler genellikle bütünselliği korunmuş eserlerden oluşmaktadır. Bunlar bilimsel önemlerinin dışında antikacı ve koleksiyoncuların da iştahını kabartan ekonomik ve görsel değeri yüksek eserlerdi. Yurdumuzda görülen eski eser tahribatı da en yüksek düzeyine bu zaman dilimi içerisinde ulaşmıştır.
Günümüzde en önemli sorunlardan biri halen kazılamayan tescili yapılan veya yapılamayan kültür varlıkların durumudur. Bu yapılan araştırmalar ve kazılar var olan kültür varlığımızın çok küçük bir kısmını oluşturmaktadır. Ülkemizde çeşitli nedenlerle yok olmuş veya büyük oranda tahrip edilmiş olduğunu yazılı ve görsel basında sık sık rastlıyoruz. Bugün önümüzde güzel bir örnek olarak duran Göbeklitepe bunlara verilecek en güzel örnektir. Atatürk Barajı´nda su tutma çalışmaları başlamadan önce yapılan kurtarma kazıları ve yüzey araştırmaları sırasında Nevali Çori kazı alanında çalışan ekipte yer alan Klaus Schhmidt Urfa Müzesi ziyaretinde Urfa adamı olarak heykeli ve buradan Urfa Müzesi depolarına konmuş paleolitik dönem eserlerini görür ve bu eserlerin çıktığı yeri görmek ister . Burada yaptığı araştırmalar sonucunda şimdi dünya tarihinin yeniden yazılmasını sağlayan Göbeklitepe ortaya çıkarılmaya başlanır. Belki de bu dikkat olamasaydı burası yapılan yol çalışmalarında kullanılmak üzere kullanılan taş ocağı olurdu . Başka bir örnek verecek olursak dünyada belki de yer altı ve yer üstü kültür varlığı olarak nitelendirebileceğimiz en zengin değerlere sahip ülkelerden biriyiz. Bununla da haklı olarak da övünüyoruz. Fakat düşünsel boyutta kültür platformlarında yokuz. Bu platformlardan kültür varlıklarının tanımlamasının sürekli değiştiği ve kültür varlıklarının korunması tartışmalarının yapıldığı platformlar olarak söz edebiliriz. Ülkemiz adına en üzücü olan kültürel mirasa en çok sahip ülke olarak gerekli ağırlığımızı koyamayışımızdır. Bunun en acı örneği TBMM tarafından 1999 yılında onaylanan ve dolayısıyla ülkemiz için bağlayıcı niteliği olan Malta Sözleşmesi´nin ne anlama geldiği daha doğrusu bir anlam taşıyıp taşımadığı bile bu sırada ortaya çıktı. Zeugma mozaikleri kurtarma kazıları olmasaydı belki Malta
Sözleşmesi´ni kavramak ve uygulamak için önümüze bunun gibi bir örnek çıkmasını yıllarca beklemek gerekecekti. Zeugma kurtarma kazılarına profesyonel ekipler katılmış ve belki de dünyanın görülmeye değer en önemli mozaikleri kurtarılarak gelecek kuşaklara bırakılmıştır. Son yıllarda gelişen eğilimler nerede olursa olsun kültür varlıklarını yalnızca bulundukları ülkenin değil dünya kültür mirasının bir parçası olarak görme doğrultusundadır . Herhangi bir nedenle tehdit altında olan ya da yok edilen kültür varlığı, aynı zamanda tüm insanlığın ortak bilincinin, ortak değerlerinin de tehdit olduğu ve ortak değerlerinin yok edildiği anlamı taşır. Çok açık bir anlatımla bir ülkedeki kültür varlıkları şu veya bu nedenle nedenle tehdit altındaysa buna diğer ve uluslararası kuruluşların müdahale yetkisi vardır. Bu durumu insan doğal ve kültürel varlıkların korunmasını benimseyen ülkelerin kontrol mekanizması oluşturması şeklinde düşünebiliriz. Biz bu ülkede yaşıyorsak doğal ve kültürel değerlerimize herhangi bir uluslararası yaptırımlara uğramadan sahip çıkmalı ve korumalıyız ve bu toplumsal bilincinde geliştirmeliyiz.
Küreselleşme ve yerelleşme?Bu olguyu kültür varlıkları ile örtüştürmeye çalıştığımızda yerel kültür mirasının uluslararası bir olgu olduğu ve sadece bulunduğu yöreyi , bölgeyi ülkeyi ilgilendirmediği tüm insanlığın bu kültür mirasından sorumlu olduğu veya görme, bilgi alma hakkına sahip olduğu ortadadır ve en doğal hakkıdır. Herhangi bir kültür varlığına sahip olan ülkeler uluslararası bir sorumluluk içine girmektedir. Yerelleşmede kültür varlıklarının bulundukları bölgenin kimliğini zenginleştirmesi, o bölgenin ekonomik ve sosyal gelişmesine katkı sağlamaktadır. Yeni gelişen koruma anlayışının esası yerel yönetim ve toplulukların bu konuda bilinçlendirilmesi , bunlardan yararlanmalarının sağlanması ve aynı zamanda bunlara sorumluluk kazandırılması ilkesini beraberinde getirmiştir. Çağdaşlaşma ve gelişme ülkemizde toprağa çeşitli boyutlarda müdahaleyi beraberinde getirmiştir. Otoyol yapımından, baraj gölüne ve doğal gaz boru hatlarının döşenmesine kadar yapılan her türlü işlem toprağa yapılan müdahale olarak kabul edilmektedir. Toprağa yapılan her türlü müdahale binerce yılın birikimi olan kültürel miras için potansiyel bir tehlike olduğu herkesin kabul ettiği gerçektir. 50 yıl öncesi kültürel varlığın tahribatı yatırımlar için olağan karşılanmaktadır. Bu konuda en güzel örnek 1950´li yıllarda İstanbul´da yol genişletme çalışmaları sırasında yok edilen kültürel mirasımızdır. Bu süreçte genel görüş kültür mirasının korunması ile çağdaş gelişmenin birbirine zıt kutuplar olduğu ?ya o ya bu? şeklinde bir düşünce sisteminin varlığıydı. Son yıllarda dünyadaki uluslararası gelişmeler ve taraf olduğumuz bazı sözleşmeler her iki zıt kutup arasındaki keskin çizgilerin yumuşamasına neden olmuştur. Çağdaşlaşma ve gelişme ne kadar önemli ise kültür varlıklarının korunması da o kadar önemlidir yaklaşımı birbirine yakınlaşmaya başlamıştır. Burada uluslararası düzeyde üzerinde durulan esas nokta kültür varlıklarının içerdiği bilginin hiçbir şekilde feda edilemiyeceği , bu bilginin mutlaka ortaya çıkması, korunması ve herkesin yararlanabilmesi ilkesidir. Bu ancak iyi bir planlama ve detaylı bir kültür envanterinin çıkarılması ile oluşturulabilir. Yapılacak kültür envanteri çalışmalarından sonra ülkemizde yapılacak yatırımlar planlama aşamasında gerekli incelemeler yapılıp uygulama aşamasında daha rahat ve kesintisiz bir çalışma ortamı yaratması açısından çok önemlidir. Kültür envanterinin çıkarılması var olan kültür varlığının tüm insanlığın bilgisine sunulması gerekliliği ve yok olursa insanlığın belki de bir daha bulamayacağı bir bilgiden yoksun kalacağı uluslararası bir talep olarak bütün dünyada etki yaratmaktadır.
Batı; müzelerine topladığı eserleri yalnızca koleksiyonlarını zenginleştiren nesneler olarak görmemiş, bunlarla uygarlığın gelişim sürecini incelemiş düşünce sistemine zaman laboratuvarında yeni bir boyut katmış ve bu mesajı da topluma insanlığa aktarmıştır. Başka ülkelerden, başka kültürlerden çaldıklarının ya da çeşitli yollarla elde ettiklerinin yanında kendi kültür birikimini de özenle korumuştur. Batının bu koruma olgusu bize yeni yeni yansımaya başladı. Turistlerin ilgisi, yani turizmin ekonomik girdisi olmasaydı müzelerdeki mevcut eserler ile yetinip ören yerlerimizi, höyüklerimizi, tarihi yapıları, evleri birkaç seçme örnek dışında kısa vadeli kazanımların önünde engel olarak gördüğümüz tüm arkeolojik ve tarihi mirasımızı yok etmeyecek miydik? Çoğunu yok etmedik mi? Geriye dönüp baktığımızda yıkıp yok ettiğimiz, üç beş kuruş için tahrip ettiğimiz höyüklerden çıkan eserleri yurt dışına nasıl sattığımız acı bir film şeridi gibi hala gözümüzün önünde durmaktadır. Geçmiş dönemlerden günümüze kalan her kültür varlığı bir bilgi bankasının en önemli parçasıdır. Geçmiş uygarlıkların gelişim süreçlerini anlamamız için gerekli verileri içerirler. Bunların bilimsel veriye dönüşmeden ortadan kalkması, yok olması kimseyi üzmemiş ve endişelendirmemiştir. Yok olan her kültür varlığı ister yeraltında olsun ister yer üstünde olsun eğer önceden bilimsel veriye dönüşmemişse insanlığın ortak değeri olan bir veri ortadan kalkmış, tarihsel sürecin o kısmı o bilgi yok olduğu için boş kalmıştır. Zengin bir kültür mirasına sahip olmanın bunlar ile övünmek kadar getirdiği sorumluluklar, yükümlülükler de vardır. Bunların başında bu birikimi uzman olsun ya da olmasın insanların yararlanabileceği bilgiye dönüştürmektir. Bir toprak yığını , ya da kazı yapılmamış antik bir kent aktif olmayan bir birikimdir. Buraları bilimsel yöntemlerle kazılırsa bilgiye dönüşür ve bir anlam kazanır. Buralardan elde edilecek bilgi birikimi sadece turistik amaçlı olmamalı, buradan elde edilecek bilgiler kendi kimliğimizi oluşturmada katkı sunması gerekir. Bu topraklarda yaşayan bizler Anadolu´nun geçmiş mirasına yabancılaştırılıp topraklarımızdan çıkan çok önemli eserleri yurt dışına gittiğimizde ancak buralardaki müzeleri gezdiğimizde görme şansı bulabiliyoruz. Hızlı bir kentleşme ve endüstrileşme süreci yaşayan ülkemiz bu gelişmenin gereği olan yatırımlar nedeni ile kültür mirasımızın çok büyük bir kısmını yitirmiş, yine aynı süreç içinde tarihi kentlerimiz gerçek kimliklerinden uzaklaşıp sıradanlaşmıştır. Bu o bölgede yaşayanları ilgilendiren bir konudur ancak kültür mirasının yok olması tüm insanlığı ilgilendirir. Çağdaşlaşma dünyada giderek gelişen bir olgu olarak karşımıza çıkar ancak şu da unutulmamalıdır ki geçmişin tüm insanlığın ortak mirası olduğu ve bunu da her isteyenin istediği gibi yok etme hakkına sahip olmadığı şeklindedir.
Ülkemiz topraklarında gelişen uygarlıkların anlaşılması yalnızca bulunduğumuz bölgenin geçmişi açısından önem taşımaz. Bu topraklarda yaşamış olan kültürler, uygarlık tarihindeki önemli dönüşümleri belirlemiştir. Bu nedenle istesek de istemesek de arkeolojik ve bilimsel veriler her zaman düşünce sistemlerinin ve politik görüşlerin oluşmasında malzeme olarak kullanılacaktır. Kültürel miras projeleri ve özellikle arkeolojik çalışmaların düzenlenmesinde geçmişin izlerini yalnızca müzelik eser bulmak ya da turizme girdi sağlamak amaçlı görme alışkanlığından vazgeçmemiz, bunların düşünce sisteminin oluşmasına ve bilgi dağarcığının gelişmesine katkıda bulunduğuna kabul etmemiz gerekir. Bu şekilde baktığımızda bilgiden korkmamayı öğrenmek aynı zamanda bilgiyi üretmenin de bu topraklarda yaşamanın getirdiği sorumluluğun gereği olduğunu kabullenmek zorundayız. Arkeolojik ve bilimsel verilerin çeşitli düşünsel akımlar ya da politik görüşler tarafında bilinçli olarak kullanılmasından korkmamayı öğrenmek zorundayız. Bu bilgiyi biz üretsek de üretmesek de bu tür akımlar her zaman vardı ve var olmaya devam edecektir. Önemli olan buna bilgi olarak bakabilmek, anlamak ve bilgiden korkmamaktır. Geçmişte günümüz kadar karmaşık bir dokuya sahiptir ve çeşitli yönleriyle uzun bir süreçtir. Geçmiş hiçbir ulus , etnik kimlik ya da kültürün tekelinde değildir; insanlığın ortak bilincinin bir parçasıdır. Günümüze ait sorunları geçmişe taşımanın da bir anlamı yoktur. Binlerce yıla yayılan geçmişin içinden övünmek, sevinmek ve başkalarını aşağılamak için her türlü malzemeyi toplayabiliriz. Ancak bunlara bağlı olarak kurduğumuz kurgu geçmişi değiştirmeyecektir. Geçmişten gelen bilginin önemi düşünce sistemimize ve kimliğimize yaptığı katkıdır. Hepimizin çok iyi bildiği ve sık sık övündüğü gibi ülkemizin toprakları ?uygarlığın beşiği ? olan topraklardır. Ancak binlerce yılın birikiminin sahibi olmanın, bununla övünmekten öte getirdiği bazı sorumluluklarımız da vardır. Bu birikim öylesine önemli bir birikimdir ki yalnızca bizim ülkemizin geçmişini değil tüm dünya uygarlığının geçmişinin izlerini de içinde saklamaktadır. Başka bir deyişle uygarlıkların beşiğine sahip olmak dünya kültür mirasına karşı da sorumlu olmak yükümlülüğünü yerine getirir. Sanıyorum bu çoğu kez bilinçli olarak unuttuğumuz ya da unutmaya çalıştırıldığımız bir sorumluluktur. Bu kültür mirası yakın zamanlara kadar toprağın altında koruna gelmiştir. Ancak bu öyle mirastır ki bir kere bozuldu mu yerine konması olanaksız, geriye dönüşü olmayan mirastır. Son yıllarda giderek artan bir hızla engin bir mirasyedi savurganlığı ile bu mirası yok etmekte olduğumuz gerçeği ile karşı karşıyayız. Tarih öncesinin en eski dönemlerinden Osmanlı döneminin sonlarına kadar hemen hemen her türlü izi silmek için elimizden geleni yaptığımızı da ülkemizde yaşayan herkesin bildiği bir gerçektir. Ne var ki ?bundan çok var? , ?bu da gitse ne olur? diye diye ülkemizin geçmişini sildiğimiz bu toprakları ?uygarlıklar mezarlığına ? çevirdiğimiz, bize tükenmemiş gibi gelen kültür varlığımızdan geriye sağlam olarak ne denli az şey bıraktığımız genellikle göz ardı edilmektedir.
En önemli sorunlardan biri de yurt dışına öyle veya böyle götürülmüş ve şu an Avrupa müzelerinin en önemli salonlarını süsleyen eserlerimizin geri istenmesi daha doğrusu bu eserlerin ait olduğu topraklara geri dönmesi için verdiğimiz çabalar götürülürken sağlanan kolaylıklardan daha zor bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Yurt dışına kaçırılan eserleri geri isterken bunda haklı durumumuzu da yitirmememiz gerekir. Siz ülke içinde ki her şeyi yıkıma açın, İstanbul gibi imparatorluklara başkentlik yapmış bir kentin surlarının ve anıtlarının göz göre göre yıkılmasına göz yumun daha sonra yurt dışına götürülmüş eserlere bunlar bizim, bize geri verin demek ne kadar inandırıcı gelir acaba ? Ya da zamanında padişah fermanı ile hibe edilmiş, kireç ocağında eritilmek üzere iken toplanıp Berlin´e götürülen Bergama Zeus Sunağını isterken bize demezler mi ?peki siz bu esere bu kadar değer veriyorsanız Anadolu´daki kentlerin durumu ne? bu kentleri koruyabiliyor musunuz ,gerekli onarımları ve restorasyonları yapabiliyor musunuz ? ? Şunu bu ülkede yaşayan her yurttaşın iyi bilmesi gerek, giden eserlerin geri dönüşü çok zor olmaktadır. Onun için kültürel değerlerimize yerinde sahip çıkmalı ve korumalıyız. Yoksa bizim geçmişimize değer vermemiz için önce yurt dışına mı götürülmesi gerek?
KAYNAKÇA
1-Mehmet Özdoğan ?Türk Arkeolojisinin Sorunları ve Koruma Politikaları.
2-Mehmet Özdoğan ?Arkeolojinin Politikası ve Politik Bir Araç Olarak Arkeoloji.
3-Kerim Kuvvetli- Anadolu´nun Sırları